Konuklarımız Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Suavi Aydın, Kadir Has Üniversitesi Öğretim Görevlisi Dr. Tuğrul Özkaracalar, gazeteci Selin Uğurtaş, TRT emekli prodüktörlerinden Muzaffer Evci ve emekli bankacı ve finans danışmanı Atıl Güngüt ile "Kitapları neden seviyoruz?" başlıklı panelin ikinci bölümünde bir aradayız.

""
Kitapları neden seviyoruz?
 

Kitapları neden seviyoruz?

podcast servisi: iTunes / RSS

Oscar Wilde’ın iki sözü, kitaplar ile öznelliğimiz hakkında çok şey söylüyor. İlki, “Elinde olmadan ne olacağını belirleyen, zorunda olmadığında okuduklarındır,"; ikincisi ise, “Dünyanın ahlaksız dediği kitaplar, dünyaya kendi ayıbını gösteren kitaplardır.” Kitaplar, bilgiyi almanın en geleneksel aracı ve kitaplar var oldukça insanlığın en temel değerleri de yaşamaya devam edecek. Bu transkripsiyon 8 Ağustos 2023 tarihinde ilk bölümünü yayınladığımız söyleşinin devamı. Söyleşinin bazı satır başları da şöyle:

  • Görünen dünyayı hissedilen ve dile gelen dünya olarak ancak kitaplar sayesinde detaylandırabiliyoruz.
     
  • “Yeni bir bilimsel fikrin diğer eski fikirlere galip gelmesi kendi rüştünü ispatlamasıyla olmaz, daha önceki fikre inananların ölmesi ve bu yeni fikre aşina yeni bir jenerasyonun yetişmesiyle olur.” Yani kitaplarla yetişen jenerasyondan sonra hala kitaplara bu kadar ihtiyaç duyan insanlar olacak mı, bu bir soru işareti.
     
  • Kitapla hayat arasındaki ilişki üzerine düşündüğümüzde, hayat da kitap da bir macera, iç içe geçmiş bir macera.
     
  • Kitap ölmez. Biz ölürüz, kitap ölmez. Bizim şahsi kütüphanelerimiz de ölmüyor. Yani kitap bir yolculuk içinde. Hatta bazı kitaplar derin dondurucuda kalırlar, yüzlerce yıl sonra tekrar ortaya çıkarlar ve yeni bir fikriyat doğar onun üzerine.



Utku Perktaş:
Merhaba! İyi akşamlar herkes
e. Geçtiğimiz hafta başladığımız tartışmaya devam ediyoruz. Kitapları neden seviyoruz? Kitaplar hala neden var? Konuklarımı hatırlatmak istiyorum: Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Suavi Aydın, gazeteci arkadaşım Selin Uğurtaş, TRT emekli prodüktörlerinden Muzaffer Evci, Kadir Has Üniversitesi öğretim görevlisi Tuğrul Özkaracalar ve Atıl Güngüt bizlerle beraber. Evet, geçtiğimiz hafta ilk soruyu sormuştum ve kitaplar neden hayatımızda bunu yanıtlamıştık. Bu noktada biraz tutku üzerinden yola çıkarak programın devamını yapıp bitireceğiz. Kitaplar zamana meydan okuyan nesneler gibi. İlk bölümde Muzaffer Evci, kitapları nesne olarak tanımlamıştı. Fakat bu durumu kitap tutkusuyla nasıl birleştirebiliriz? Söze bu defa Atıl Güngüt’den başlamak istiyorum. Atıl Abi neler söylersin bu konuda?

Atıl Güngüt: Benim hayatımda çok önemli bir izlek var, yani bir anı var. O da şu, sanıyorum ortaokula gidiyordum, evimizin yolu üstünde o zamanlar bir arsa vardı. Çocuklar bu arsa üzerine kimi zaman kale kurar, kimi zaman voleybol sahası yapar, voleybol filesi kurardık. Akşamları toplanıp oyun oynardık. Ben de işte oyun oynarken arsanın yanında bir apartman, o apartmanın zemin katı ve içinde hiç perde yok, üç öğrenci belli ki ortak tutmuşlar o evi ve evin içi silme kitap dolu. Belli ki çocuklar da, ortada bir tane masa, masanın üzerinde her zaman kitaplar ve kafayı kaldırmadan çalışıyorlar. Ama belli ki ders çalışmıyorlar, o zamanlar devrimci bir örgütün lider kadrolarından bir takım kişiler ve kafayı kaldırmadan ben ne zaman geçsem kitap okuyorlar. Ben de o sarı ışık, malum, perdesiz ev, gözetlemeye çok müsait, hayran hayran seyrederdim. İkinci izlek de şu, bir gün New York’ta Metropolitan Müzesi’ne gittim. Metropolitan’da, New York’da görmediğim kadar Rus gördüm. Metropolitan’daki kalabalığın neredeyse üçte biri Ruslardan oluşuyordu ve Rus kadınlar çeşitli tabloların, heykellerin karşısına geçmişler. Özellikle onları seyrettim, birbiriyle o tablolar ve heykeller hakkında saatlerce konuşuyorlardı. Yani öyle az buz değil, yarım saat, bir saat konuşanlarını da gördüm. Çünkü ben hızla geçiyorum, dönüyorum aynı yere, hala aynı noktada konuşuyorlar. Sonra anladım ki, onlar biliyorlar, daha önce o konu hakkında okumuşlar ve şimdi onu görmeye gelmişler. Dolayısıyla o kadar çok detay biliyorlar ki ve o detayları o kadar rahat birbirleriyle konuşabiliyorlar ki… Dedim ki kitap okumak böyle bir şey olmalı.

Bir görünen dünya var, o görünen dünyayı hissedilen ve dile gelen dünya olarak ancak kitaplar sayesinde detaylandırabiliyoruz, anlamlandırabiliyoruz ve onu bir yere koyabiliyoruz. Bu da kitaplar sayesinde oluyor. Dolayısıyla aslında bu bir tutku; yani görünen dünyayı nasıl hissettiğin ve onu nasıl dile getirdiğin ve onu dile getirme gücün, onu dile getirip kendine açıklama durumun… Bence her insanın, şu ölümlü hayatta, şu bitecek olan hayatımızda çok büyük bir tutkusunun olmasının çok mantıklı olduğunu düşünüyorum. Benim için böyle bir şey.

U.P.: Çok teşekkürler. Selin sana döndüm. Sen neler söylersin?

Selin Uğurtaş: Bu konuda söylemek istediğim çok şey var esasında. Şimdi nereden başlasam diye düşünüyordum.

U.P.: Sorular çok ucu açık esasında.

S.U.: Evet, ucu açık olunca insan bir sürü şey doldurmak istiyor. Fakat hangi sırayla anlatsam diye bir tedirginlik yaşıyorum. Şöyle, Atıl Abi diyeceğim müsadenizle… Atıl Abi’nin bıraktığı yerden devam etmek istiyorum. ‘Bu çok büyük bir tutku ve bazı şeyleri ancak kitaplar aracılığıyla anlayabiliyoruz’ dedi. Ben buna çok katılıyorum. Soruların üzerine düşünürken de bu noktaya gelmiştim. Bir konuyu derinlemesine anlamak için kitaptan başka dönebileceğim bir şey yok gibi hissediyorum. Yani, yeni jenerasyonun bilgi edinme yöntemleriyle ilgili çok sık yeni bilgiler yayınlanıyor. Mesela geçenlerde şeyi öğrenmiştim, bir konuda bilgi almak için belki babamların jenerasyonu gibi ansiklopedi açmıyorlar ya da benim jenerasyonum gibi Google’a yazmıyorlar, TikTok’a yazıyorlar. Orada bir dakikalık videoda gördüğü şeyden bilgi alıyor. Bu çok farklı bir öğrenme biçimi. Fakat herhangi bir konuda derinleşmek istediği zaman bir kitaba dönmek bana çok mantıklı geliyor. Çünkü konuşmak ve yazmak arasındaki farktan yola çıkarak bunu düşünüyorum. Yani sen bana bir soru sorduğunda ve buna sesli bir cevap verdiğim zaman başka bir yanıt veriyorum, oturup düşüncelerimi organize edip yazarken aslında o konuyu en baştan yeniden düşünmüş oluyorum ve bence tarih boyunca yaşamış birçok büyük düşünürün, uzmanlaşmış insanın bildiklerini o süzgeçten geçirip bıraktıkları yapıtları okuyabilmek çok büyük bir lüks. Bu anlamda vazgeçilmez olduğunu düşünüyorum.

Bence önümüzdeki süreçte düşüneceğimiz şey, “kitap hangi formda var olmaya devam edecek?”. Belki sizinle şu an konuştuğumuz bir nesne olarak, kokusuyla, baskısıyla, içindeki resimlerle kitap var olmayı sürdürecek mi, yoksa bundan sonraki jenerasyonlar onu farklı formalarda mı tüketmeye başlayacak
lar? Bu bana biraz ilginç geliyor. Kendi adıma söyleyecek olursam, benim için bilgisayar çok fazla işi çağrıştıran bir şey. Çünkü bilgisayar üzerinden çalışıyorum ve bilgisayarda okuduğum bir şeyden keyif almak benim için gerçekten çok zor. Çünkü zihnim onu direkt iş olarak sınıflandırıyor. Kitabı nesne olarak alıp köşeye çekilmenin bambaşka bir ruh hali var. Bunu kendi içimde muhafaza etmek istediğimin farkındayım. İkincisi, not alma, not saklama, altını çizme, bazı insanlar kitaplarına hiç dokundurmaz. Ama ben öyle biri değilim. O kitabı açıp neresine ne not almışım, bunu görmek benim için büyük bir lüks ve dijital kitap okuma gereçlerinde not almaya kesinlikle benzemiyor. Son olarak da söyleyeceğim de kendime yine bilimsel bir açıklama bulduğum bir şey. O da, dijitalden aldığım bir bilgiyle yazılı bir bilgiyi okuduğumdaki kavrayışımın farklı oluşu ve insanların yazılı bir materyali okuduklarında kavrayışlarının daha iyi olduklarına dair çalışmalar var. Bu da kendimi doğru yoldayım diye ikna ettiğim bir bilgi kırıntısı. Sanırım kısaca böyle ama bir not eklemek istiyorum. Bir süre önce bir kitabın önsözünde, Max Planck’ın bir sözünü okumuştum. Her duruma uygulanabilir gibi geliyor bana. Bu nedenle paylaşmak istiyorum sizinle. Şöyle demiş 1948’de;Yeni bir bilimsel fikrin diğer eski fikirlere galip gelmesi kendi rüştünü ispatlamasıyla olmaz, daha önceki fikre inananların ölmesi ve bu yeni fikre aşina yeni bir jenerasyonun yetişmesiyle olur.” Dolayısıyla da bir yanım şey diye düşünüyor, yani biz kitaplarla yetişen, benim de ucundan yakaladığım jenerasyondan sonra hala kitaplara bu kadar ihtiyaç duyan insanlar olacak mı, bence bu bir soru işareti.

U.P.: Çok teşekkürler. Tuğrul sen ne düşünürsün bu soru hakkında?

Tuğrul Özkaracalar: Kitapla hayat arasındaki ilişki üzerine düşündüğümde, hayat bir macera, ben öyle görüyorum en azından. Başı, ortası ve sonu olan bir macera. Yani kitap okumak da kendi içinde bir macera. Kitap okuma süreci, kitap okuma serüveni diye bir şey var. Kitaplar farklı bir evren, hayatın içinde bir anlamda, ama hayatın dışında da. Mesela şöyle bir örnek verilebilir; Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar romanışu ana kadar yanılmıyorsam iki defa ya da üç defa okudum. Galiba üç defa okudum. İlk ikisinde altını çizme ihtiyacı hissetmemiştim. Üçüncüsünde altını çizerek okudum. Şu yaşımda yeniden okuma ihtiyacı hissediyorum. Bundan sonra ölene kadar kaç defa daha okuma ihtiyacı hissedeceğim ya da hissedecek miyim, böyle bir ihtiyaç hissedecek miyim, bu beni çok düşündürüyor. Bu kitap gibi bir sürü örnek verilebilir. Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar romanı, seversiniz sevmezsiniz, önemli bulursunuz bulmazsınız, bu çok ayrı bir mesele. Ama o macera, hayatın değişik aşamalarında, farklı Tuğrul’ların, farklı benliklerin o kitapla kurmuş olduğu farklı ilişkiler beni heyecanlandırıyor. Bu şuna benziyor, hayatımız boyunca babamızla olan ilişkimize benziyor. 10 yaşındayken başka oluyor, 25 yaşındayken başka oluyor, 55 yaşındayken başka oluyor… Babamız vefat edip bu dünyadan ayrıldığında başka oluyor. Bunun gibi, hayatla kitabın, o iki maceranın iç içe geçmişliği var ki, gerçekten de bu çok heyecanlandırıcı bir şey. Bundan dolayı belki de kitaplardan kolay kolay vazgeçemiyoruz ve böyle bir yakınlık hissediyoruz. Bunu söyleyebilirim şu an, aklıma gelen budur.

U.P.: Çok teşekkürler. Muzaffer Abi söz sende…

Muzaffer Evci: Belki tam bu anlamda Tuğrul Hocam’a bir ek olarak, her okuyucu dünyanın en zeki en yaratıcı insanlarıyla kendi öznel deneyimini yaşıyor. Onların yazdıkları üzerinden bir ilişki kuruyor. Bu, bana biraz eşit, denk ve adil bir ilişki olarak da geliyor ve bu zamansız bir ilişki. Örneğin üç bin sene önceki bir kitabı da açıp okuyabiliyoruz, bizim kendi çağımızdaki yaşamış bir yazarın kitabını da açıp okuyabiliyoruz ve aramızda bitmeyen bir ilişki oluyor. Hocamızın dediği çok doğru. Ben yine biraz iletişimci olduğum için kitapların, kitap deyince kafamızda çok yazı ve metin odaklı bir dünya oluşuyor. Ama özellikle 20. yüzyılda matbaa teknolojisinin gelişmesiyle birlikte kitaplar çok ciddi bir görsel veriyi, yani fotoğrafları, illüstrasyonları, krokileri yani görsel olarak anlatılan her türlü bilgi formunu taşır hale geldiler. Bu anlamda dünyanın yazılı bilgisini tutarken, bir taraftan da görsel dünyasının kaydını tutuyorlar.

Yine son dönemde, biraz yaşla
ilgili bilmiyorum amaben mesela son dönemde görsel yayınların olduğu ikinci el kitapları topluyorum. Mesela fotoğraf kitaplarını, eski sergi kataloglarını… Mesela bir sergi bir ay sergilenip kalkıyor, ama sizin elinizde gerçekten güzel basılmış bir kataloğunuz, o serginin bir kitabı var ise dergi sizin dünyanızda, evinizde yaşamaya devam ediyor. Bakıp bakıp tekrar hatırlıyorsunuz o tabloların sizin için ne ifade ettiğini. Ben biraz bu yönünün de önemsenmesi ve bu tür tartışmalarda ön planda görüşülmesini çok isterim.

Kitaplar artık çok ciddi bir görsel bilgi barındırıyor, zaman makinası gibi. 100 yıllık bir kitaba baktığımızda karşımızda insanları, giyimleri, kuşamları, o gündelik hayatlarıyla karşılıyorlar
ve pırıl pırıl baskılar… Bende yaklaşık 100 yıllık öyle bir sürü kitap var. Onların arasında, fotoğraflarına bakarak gezinmek çok ayrı bir keyif veriyor. Tabii metni okumak ayrı bir keyif ama ben biraz görselci olduğum için o taraflara son dönemde daha bir meyilim oldu.

U.P.: Çok teşekkürler. Suavi Hocam, son olarak bu soruyu size sormak istiyorum. Hem sahaf kültürünü de biliyorsunuz, eski kitapları da, ikinci el kitapları da alıyorsunuz. Bu konuda sizin derin bir bilginiz olduğunu biliyorum. Siz neler söylersiniz?

Suavi Aydın: Kitap meselesi çok katmanlı bir mesele ve birçok tartışmayı doğuracağı gibi birçok da kapı açar önümüze. Neresinden tutacağımı bilmiyorum ama şunu belki vurgulamakta fayda var. Kitap ölmez. Biz ölürüz, kitap ölmez. Bizim şahsi kütüphanelerimiz de ölmüyor. Bizim şahsi kütüphanelerimiz sonunda bir sahafın eline düşer ve oradan o kitap tekrar ilgilisine doğru gider. Yani kitap bir yolculuk içindedir. Hatta bazı kitaplar derin dondurucuda kalırlar, yüzlerce yıl sonra tekrar ortaya çıkarlar ve yeni bir fikriyat doğar onun üzerine. Yani kitabın böyle bir rolü var. Bunun yerini dijital yayın, şu, bu, hiçbir şey dolduramaz. İşin bir yanı bu. Dolayısıyla Selin’in söylediği şeye biraz değinmek isterim.

Gelecek kuşakların kitapla, yani bu nesneyle nasıl ilişki kuracağı kendi yüksek kültürlerinin ne hale geleceğiyle ilgili bir mesele. Yani bu, yüksek kültürün ölümü anlamına gelir. Yüksek kültür insanlığın fikriyat dünyasını inşa eder, o inşanın yok olması demek, bunun en büyük aracı kitap, bir tarafıyla tartışmayı öldürür, sıradanlaştırır, popülere teslim olmayı sağlar ve insanları depolitize eder. Buradan bir sürü yan soru çıkar, yan cevap üretilebilir, tartışma çıkar vs…

İşin bir yanı da fiziki kitap, mesela benim kütüphaneme gelen benim ne çalıştığımı, dünyamı, ne tür fikirlerle ilgili olduğumu kestirebilir. Yani benim özelliğim benim kütüphanem üzerinden teşhis edilebilir. Öte yandan herhangi bir kütüphaneye girip kitap aradığınızda, o rafta ilginizi bir sürü başka kitap çeker, hiç daha önce görmediğiniz, bilmediğiniz… Oradan başka başka kapılar açılır. Aynı şey şahsi kütüphaneler için de geçerli. Unuttuğunuz başka bir kitabı bulursunuz ve başka bir şeye dalarsınız. Yani bu kadar imkanlı bir dünyadan bahsediyoruz
ve insan imkanlarının, insanın yaratma olanaklarının bu kadar cisimleştiği başka bir dünya yok. Karşınızda böyle bir şey duruyor.

Bir de işin başka bir yönü var. Kitap almak için kitapçıya gidiyorsunuz. Kitap evleri azaldı maalesef, fakat kitap evi bir sosyal buluşma yeridir, hatta sahaflar bunun daha da ötesi. Birer fikir teati alanı gibi olur bazı anlarda. Tartışmalar olur vs… Bir kitap üzerinden konuşma olur, aklınıza başka bir şey getirir, siz bir şey düşünürsünüz vs… Açılır yani, önünüz açılır ve örneğin bir kitap evine bir kitap almaya girdiğinizde, başka yeni çıkmış şeyleri veya daha önce çıkıp sizin görmediğiniz yeni şeyleri görme olanağınız vardır. Bu kadar büyük bir olanaklar dünyasının fakirleşmesinin, yoksullaşmasının, yok olmasının neye mal olacağını düşünmek lazım. Bu insanın kolay kolay feda edebileceği bir şey değil. Yani bu korunması gereken bir şey. Nasıl korunur? Bir kere kitap üretimi durmuyor. Bu ümit verici bir şey. Yani, her şeye rağmen, dijital kitap da yapılıyor v
s. ama fiziki kitap üretimi de durmadı, belki biraz örselendi, biraz duraksadı. Ama bu geri gelecektir, çünkü bunun yerini doldurabilecek başka bir şey yok. Yani dijital bir ortamdan bu lezzeti, bu olanaklar dünyasını yakalamamız çok zor. Bunun peşinde olan insanlar olduğu sürece ve inşallah çok olur bu insanlar, o zaman bu üretim durmayacaktır. Çünkü kitabın hikayesi çok eski, orta çağdan, ilk çağdan kalma yazılı ürünlerle karşılıyoruz. Daha önce taşa kazıyorlardı ama yazılı ürün diye bir şey ortaya çıktı, manuscriptler şeklinde, sonra belli bir çağdan sonra kitaba döndü ve ölmedi, öyle gidiyor. Teknoloji değişiyor, ama o yazılı olan nesnel şey yok olmuyor ve bize kadar geliyor.

Biraz önce verilen örnekte olduğu Jean-Jacques Rousseau’nun olmadık bir kitabıyla kitap pazarında karşılaşabiliyorsunuz. Bu çok umut verici bir şey, heyecan verici bir şey bir taraftan ve biz bu heyecanla yaşıyoruz, yaşlanıyoruz ama bu heyecan ölmüyor, çocukluktan beri kazandığımız bir şey. Yani Atıl Bey’in söylediği gibi o pencereden birilerinin kitabını görüp heveslenmek ile başlayan, ilgiyle başlayan, sonra devam edip kendi kütüphanenizi oluşturmaya doğru giden, başkalarının kütüphanelerini kurcalamakla devam eden, üniversite kütüphanelerine sıçrayan, oradan kitap evlerinin ya da sahafların müdavimi olmaya doğru ilerleyen bir süreç. Bu bizi inşa etti, hiç de kötü etmedi ve bunun üzerinden bir yüksek kültür mevcut. Bu yüksek kültür kaybolursa siz nelerin kaybolabileceğini düşünün. Ben de böyle kapatayım.

U.P.:
Çok teşekkürler. Hocam son bir sorum var. Sizlere hızla bunun cevabını sorup programı yavaş yavaş bitireceğim. Kudret Emiroğlu’nun İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan Gündelik Hayatımızın Tarihi isimli bir kitabı var. Kudret Hoca da çok kıymetli, kendisi de Antroposen Sohbetlere konuk olmuştu, Abdülhamid’i konuşmuştuk. Onun Gündelik Hayatımızın Tarihi isimli kitabında kitapla ilglli maddesini okuyunca şu karşıma çıktı: “Kitap okumanın hangi ihtiyacı karşılayacağı kitaba göre mi zamana göre mi belirlenir?” Kitap maddesinin sonunda bu şekilde bir soru sormuştu. Bu soru hakkında ne düşünüyorsunuz? Hızla sizin cevaplarınızı alıp sonra programı bir son söz söyleyerek kapatacağım. Bu soruya Selin ile başlasam, ne dersin Selin?

S.U.: Bu soru bence ikisinin bir karışımı diyebilirim. Yani çağın da getirdiği bazı şeyler olduğunu düşünüyorum ben. Bu, karamsar hisler yaratıyor hepinizde, farkındayım. Ben de bu kültürü muhafaza etmek isteyen taraftayım. Bence çağın da kitaplardan bir takım beklentileri var, kendi jenerasyonumda gözlemlediğim bir şey. Mesela birkaç sene önce Can Yayınları kitap kapaklarını değiştirmek istediğinde epey bir olay olmuştu. Ondan sonra ortaya çıktı ki kitap kapakları değişince satışlarda epey bir artış olmuş. Benim yine kendi akranlarımın çok kullandığı bir uygulama var. Bu uygulamada senelik bir kitap hedefi konuluyor. Ne kadar kitap tükettiği ile övünme hali var. Kitap okumak tüketim odaklı gibi. Hatta kendimde bile bir sene hissetmiştim. Mesela uzun bir kitap okumayayım, hedefimin gerisine düşeceğim, daha kısa bir kitap alayım… Yani böyle refleksler yaratıyor insanda ve içinde bulunduğumuz çağın çok fazla akması, çok fazla sosyal medya üzerinde ilerlemesi, tüketim kültürünün bu kadar kuvvetli oluşu kitaplara da sirayet ediyor. Dolayısıyla böyle bir yanı olduğunu düşünüyorum. Öte yandan, tabii ki hocamızın da söylediği gibi, bu yüksek bir kültür olduğu için kitabın her zaman kendi okurunu yarattığını ve kendi okuruna ulaşacağını da düşünüyorum. Belki yüzde olarak baktığımız zaman ilkinin diğerinden daha ağır basacağı kanaatindeyim, ama bu tabii şahsi fikrim, böyle bir veriye sahip değilim. Davetin için tekrar teşekkür ederim, çok keyifliydi Utku.

U.P.: Çok teşekkür ederim, benim için de öyle. Muzaffer Abi sana dönsem?

M.E.: Hangi formda olursa olsun, herhalde kitaplarla ilişkimiz sürecek. Ben bu bağın hiç bir şekilde kopmaması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü yazar ve okuyucu arasındaki yüz yüze kalma, adil ve denk olduğunu düşündüğün ilişkiyi çok önemsiyorum. Biri yazmıştır, işini yapmıştır. Bütün okuyucuları o bilgiyi tekrar üretir, yeniden canlandırır ve havalandırırlar. Bunun arayüzü de, nesneye büründüğü hali de kitap. Bence bu haliyle hayatımızda hep olmalı kitap. Benzersiz bir deneyim çünkü, başka bir şeyle bunu deneyimleyemiyoruz.

U.P.: Muzaffer Abi, bir de yayın öncesindeki notumuzu hatırlayarak sana şunu söylemek istiyorum. Kudret Bey’in kitabından kitap maddesini okuduğumda, ‘12 Eylül’e kadar herkes kitap okurdu’ diyor. Kitap okuma 12 Eylül öncesi bir ihtiyaçtı ve bu dile gelirdi. Kitap okumak tatile çıkınca okumayı bırakacağımız bir şey değildi. 12 Eylül’le beraber kitaplar bir korku aracına dönüştü. Biraz bundan bahsediyor. Ne yazık ki, bizim için de, Türkiye için de bir dönüm noktası oldu. Bunu kısaca konuşmuştuk yayın öncesi. Bunu hatırlatmak istedim sana. Bir şey söylemek ister misin? Zira benzer düşünceleri paylaşmıştık.

M.E.: Evet, 80 sonrası, 12 Eylül darbesi sonrası kitap bir suç nesnesi olarak, yanında daktilo, teksir kağıtları ve karbon kağıdıyla mermilerin ve silahların yanında sergilendi. Bu çok uzun yıllar sürdü, birkaç yıl, birkaç ay falan değil. Neredeyse 90’lara kadar kitabı terörle ilişkilendirilerek, bir suç nesnesi olarak dizili mermi ve silahların yanında TRT haberlerde izlemek zorunda kaldık. Bugünlere de böyle kolay kolay gelinmedi, bunu da söylemek lazım.

U.P.: Çok teşekkürler. Tuğrul sana dönmek istiyorum, bu son soruyla alakalı sen neler söylersin?

T.Ö.: Yani bir felsefi bakış açısıyla, bir felsefeci bakış açısıyla şöyle diyeyim. Hayat dediğimiz şey çok problemli, anlam problemi. Niye geldik? Nereden geldik? Nereye gidiyoruz? Dünyaya gelirken bize soruldu mu? Anlam nerede? Bunlar gibi varoluşsal problemlere ben kendi adıma önem veriyorum. Böyle bir yaşamda, her ne kadar yaşam çok güzel de olsa, kitaplar bizim bu yaşama dayanmamızı, yaşama tahammül etmemizi çok kolaylaştıran nesneler. Kitaplar hayatı güzelleştiren, hayata anlam katan ve biraz da yarı mizahi olarak kabul edebilirsiniz, bazı durumlarda şu hayata tahammül etmeyi de sağlayan şeyler. O yüzden kitaplara her zaman için ihtiyaç duyacağımızı düşünüyorum. Kitapları bu hayatın içinde yararlı nesneler olarak görüyorum, yararlı sözcüğünü kullanmaktan biraz çekinsem de… Çünkü kitapları araçsallaştırmak istemem. Yani yararlılar, hayatı devam ettirmemize yardımcı oluyorlar. Teşekkürler.

U.P.: Çok teşekkürler. Atıl Abi sana döneceğim, sonra da Suavi Hocam’a son sözü vereceğim.

A.G.: Ben de bir şeyi hatırlatmayı isterim. Eminim herkes okumuştur. Elias Canetti’nin Körleşme romanı vardı. Orada anlattığı hikaye, aslında kitaplarla haşır neşir olan insanların da bıçak sırtı durumunu anlatıyor bence. Deneyim kazanmakla kitap arasında zenginleştirici bir bağ olmalı. Ne yalnızca kitaplar, ne yalnızca deneyim. İkisi birlikte bir insanın hayatında var olabiliyorsa, o zaman çok zengin bir hayatımız oluyor kanaatindeyim. Bütün kitapları tabii ki okuyamayız. Ama en azından Suavi Hoca’nın bahsettiği yüksek kültürü de sürdürmek için temel kitapları okumamız gerektiğini düşünüyorum.

Elias Canetti’nin Körleşme romanında anlattığı hikaye aslında kitaplarla haşır neşir olan insanların da bıçak sırtı durumunu gösteriyor: Deneyim kazanmakla kitap arasında zenginleştirici bir bağ olmalı.

U.P.: Çok teşekkürler. Suavi Hocam son söz sizde.

S.A.: Ben de Atıl Bey’in söylediği yerden devam edeyim. Kitap aynı zamanda başkalarının deneyimine ortak olmaktır. Yani bilmediğimiz hayatlara açılmak, onları bilmek, öğrenmek ve onlarla haşır neşir olmayı da sağlayan bir ortam yaratıyor. Üç tane duygu var, bir tanesi merak, temel bir duygu. Bir tanesi mesafelenme, yani kendimize mesafelenme. Bu da ancak başkalarının deneyimlerine ortak olarak mümkün. Üçüncüsü de eleştirmek, hem yaşadığımız hayatı hem kendimizi eleştirmek, yaşananları eleştirmek. Bu üç meseleyi kitaplar üzerinden hallediyoruz esasında. Dolayısıyla bu üç şey ölmedikçe kitap da ölmeyecek, hangi formatta olursa olsun. Ama dediğim gibi benim tercihim bunun görünür, elle tutulur formatta olabilirliğini devam ettirmekten yana. Çünkü o zaman başka değerler de biniyor üzerine.

Biliyorsunuz kitap
la ilgili bir sürü distopik ürün de ortaya kondu. Kitabın bir günah nesnesi olduğu veya yasaklandığı distopik filmler, romanlar falan ortalıkta epey zamandır. Bu da aslında bu korkuyla ilgili, yani meraktan uzaklaşmak, eleştiriden uzaklaşmak, mesafelenmeden uzaklaşmak… Bu üçü esasında insanı kamil hale getiriyor, insan bu yolla kendini olgunlaştırıyor ve geliştiriyor. Bunu kaybetmemekte fayda var. Hayatın yarattığı tüm baskılara karşı bir direnme yolu bu, bir direnme aracı. Ben de böyle kapatayım.

U.P.: Çok teşekkürler. Ben hepinize ayrı ayrı çok teşekkür ediyorum ve ben de şöyle bir not almışım, bunu söyleyerek programı kapatacağım. Kitapların geleceğinde ne var, geleceğinde ne olacak dediğimizde şu notu almışım. İnsan olduğumuz sürece kaçmayı seveceğiz, kaçmayı sevdiğimiz sürece öğrenecek ve sevecek yeni yollar ile insanlar bulmayı da seveceğiz ve yeni yollar ile insanlar bulmayı sevdiğimiz sürece hikayeleri seveceğiz. Nihayetinde hikayeleri sevdiğimiz sürece kitapları seveceğiz.

Bugün
Antroposen Sohbetler’in sonuna geldik. İki bölüm halinde kitapları işledik ve ‘hala kitaplar neden var?’ sorusunu cevaplamaya çalıştık. Bu program serisinden bu soruya tatminkar cevaplar çıktı diye düşünüyorum. İyi akşamlar diliyorum ve programı kapatıyorum, önümüzdeki günlerde buluşmak üzere, hoşça kalın.